1923 yılında, yani bundan tam 100 yıl önce İstanbul Aksaray’da dünyaya gelen çocuk; Kemal Sunal’ın filmlerine Aziz Nesin’in öykülerine konu olan bir hayat yaşadı.
İstanbul, Ankara, İzmir’deki saat kulelerini vatandaşlara satan, Taksim Meydanı’na ayak bastı parası alan, İstanbul Üniversitesi bahçesi dahil memlekette ne kadar meydan, köprü, kule, tarihi bina varsa sat sat bir türlü bitiremeyen, Galata Köprüsü’nü ise yine kim bilir kaçınca defa satarken yakalanan, adını dolandırıcılar tarihine altın harflerle yazdıran Sülün Osman’dan bahsediyorum.
Sülün Osman mağdurları, bu şehirde ‘Hayaller, hayatlar’ ikilemini en çarpıcı yaşayan insanlar oldu...
Niye mi?
1950’li 1960’lı yıllar, Anadolu’dan İstanbul’a en çok göç alan yıllardı.
‘Seni yeneceğim İstanbul’ diyerek, bavulunu alanın Haydarpaşa Tren Garı’ndan boğaza bakıp, iç çektiği yıllardan söz ediyorum.
İşte o koca İstanbul’u yeneceğini sanan gariban köylüler, şehrin en büyük üç kağıtçısı Kumkapılı Aleko tarafından yetiştirilen Sülün Osman’a, şehirdeki daha ilk günlerinde yenilen köylülerdi.
Hedefte saf ama ‘para hırsı’ yüksek insanlar vardı.
Öyle ki Sülün Osman, bu işlere tövbe ettikten yıllar sonra verdiği röportajda, ‘asıl dolandırıcının kendisi olmadığını’ söyleyerek şu cümleleri kurmuştu:
"Benim dolandırdığım insanlar dolandırıcıydı aslında. Yani bana yaklaşma sebepleri beni dolandırmaktı. Ben, hayatım boyunca beni dolandırmaya kalkışmamış tek bir kişiyi dolandırmadım."
Ne tezat değil mi?
Tarih, Sülün Osman’ı yazdı belki ama günümüz onu kıskandıracak bir dolandırıcı yetiştirdi: Seçil Erzan...
Pratikte; İstanbul’a ilk kez gelen köylü halkı dolandırmak, tüm ülkenin ‘İmparator’ diye andığı, ‘ne büyük futbolcu’ diye saygı gösterdiği isimleri dolandırmaktan çok daha kolay olmalıydı...
Bu şehrin yetiştirdiği kurnaz adam, köylüleri elbette alt edebilirdi belki ama unvanlar, içinde bulunduğun, yetiştiğin sosyal yapı dolandırılmaya engel değildi.
Seçil Erzan, bunu tüm dünyaya kanıtlayan isim oldu.
Günümüzde dolandırıcıların işi çok kolay hale geldi.
‘21’inci yüzyılın en büyük dini para’ oldu.
Elle tutulan, gözle görülen, seni konfora ve hayal edilen hayata ulaştıran, materyalist dünyanın gerçek tanrısı: PARA
İnsanlar elleriyle yarattığı bu tanrıya öyle bir taptı ki, diğer tüm dinler şaşkına döndü. Çünkü insanlık tarihi boyunca hiçbir din, bu derece bir etki yaratamadı.
Bankalardaki yönetici katları, ‘tanrılar katı’ oldu...
Evet, seçkin insanların uğrayabildiği o yüce kat...
Peki o seçkin insanlar, ‘seçkin mağdurlar’ haline nasıl geldi?
Tanrılar katında yolunda gitmeyen ne vardı?
Ya da asıl soru:
Materyalist bir katta ‘hayali fonun’ ne işi vardı?
Hani bu dinde hayali hiçbir şeye yer yoktu?
Yoksa bu din de mi yanlış anlaşıldı?
İşte tam da bu açığı fark etmiş olması Seçil Erzan’ı modern dünyanın Sülün Osman’ı haline getirdi.
Cennetten arsa satanlara hiç girmeyeceğim, anlaşıldı ki hayali bir şeyler satmak hiç de zor değil.
Sülün Osman, yakalanınca çıktığı mahkemede Sokrates’in savunmasını gölgede bırakan bir savunma yaparak şöyle demişti:
“Kusura bakma hakim bey. Memlekette Galata Köprüsü’nü satın alacak eşekler olduğu sürece ben bu köprüyü satarım.”
Bize derslerde ‘dünya her yüzyılda bir dahi yetiştirir’ diye öğrettiler.
Ama şunu eklemeyi unuttular:
“Bu coğrafya ise her yüzyılda bir tarihe geçecek dolandırıcı yetiştirir.”
Evet, Sülün Osman’lar ölmez, şekil değiştirir.